Annesi Fesleğen Olan Çocuk
Fatma İnci
Annesi Fesleğen Olan Çocuk
Fatma İnci
Bu yavaş bir süreçti. Annesinin ne zaman tam anlamıyla, tepeden tırnağa bir fesleğen olacağını bilmesine imkân yoktu. Önce evlerine yayılan mis koku, hemen ardından annesinin bacaklarında baş gösteren güçsüzlük. Yakalarından taşan yeşil, taze yapraklar. Kafa karışıklığı, su ihtiyacı… Çok geçmeden güneşli bir şehre taşınmaları gerekti.
Antalya’daki evlerinin şikâyet edilecek bir yanı yoktu doğrusu. Işık alan, ferah üç oda; aydınlık bir salon ve geniş bir mutfak. Daha ne olsun? Kızcağız da halinden memnundu zaten. Yalnız her gün yerden tavana dek uzanan koca pencerelerin önünde bir koltukta güneş banyosu yapan annesinin durumunu anlamakta güçlük çekiyordu. Kadın artık yerinden pek kalkmaz olmuştu. Sağ eli biçimini korurken sol elinin yerini ufak tefek yapraklar almıştı. Epey zayıflamış, bitkinleşmiş, sessizleşmişti. Kızıyla ilgilenmeyi istiyor, fakat vücudunu kaplayan yapraklar hareketlerini kısıtlıyordu. Yine de eşi ve çocuğuyla sık sık sohbet etmeye, gelecekte gitmek istedikleri şehirlerin listesini çıkarmaya, seyrettikleri yapımları yorumlamaya enerji buluyordu. “Sahi, Robert De Niro o film teklifini kabul ederken ne düşünüyordu?”
Kızcağız okula giderken arkadaşlarına yürüyerek eşlik eden anneleri görünce içine bir çeşit melankoli yayılırdı. Telefonuyla ilgilenirken arada başını kaldırıp ona gülümseyen babasını görünce hüznü yatışır gibi olurdu fakat asla tam anlamıyla geçmezdi. Sınıfta saçları özenle örülmüş kızlar birbiriyle yarışırken aceleyle yapılmış dağınık atkuyruğunu çekiştirirdi. Fakat arkadaşları onun bu haline pek anlam veremezdi ve sorardı: “Senin de annen var. Öyleyse sorun ne?”
“Benim annem fesleğen olmak üzere.”
Aradan bir, sonra iki sene geçti. Antalya’nın kalabalık sokaklarına yabancı değildi artık. Sevdiği bir oyuncakçı, beğendiği bir pastane vardı. Komşularını tanıyordu, onları fazla geveze buluyordu. Yaşadıkları mahallede seviliyor ve sayılıyordu. Fakat sohbet etmekten zevk aldığı tek bir arkadaşı dahi yoktu. Annesi fesleğen olma sürecine girmiş bir tanıdığı olsa belki farklı bir yaşam sürer, kendini anlayan birinin yanı başında olduğu bilinciyle huzura ererdi. Oysa çevresindeki insanlar yalnızca onu üstüne düşünmeden ifade ettikleri hisleriyle fark etmeden incitiyor yahut sinirlerini bozmakla yetiniyordu. Böyle olunca kızcağız hemen annesine koşuyor ve kontrolsüzce akan gözyaşlarını umursamadan dertlerini döküyordu.
“Sen özel bir çocuksun.” diyordu annesi. “Çok kıymetlisin. Başkalarının fikirlerini ciddiye almanı istemiyorum. Onlar seni senden iyi tanımıyor değil mi?”
Bu sözleri duyunca hıçkırıklara boğulan kız hemen teselli olurdu. Duruşu dikleşir, ıslak gözleri parlardı. Annesine sarılınca etrafa leziz bir koku yayılırdı. Atkuyruğuna ve kâküllerine de sinen bu koku, saçı örgülü kızları fena halde kıskandırırdı.
Rahatsız olduğu bir başka konu, anahtar taşımak zorunda kalmasıydı. Evin zilini çaldığında kapıyı açacak kimsesi yoktu. Babası haliyle işteydi. Annesi ise yerinden kalkacak durumda değildi. Bu yüzden kızcağız, anahtar taşımaktan hiç hoşlanmıyordu.
Tek eliyle evi çekip çeviremeyen annesi mutfağa da girmezdi. Bakkaldan aldığı çikolataları ve mahallenin fırınında pişen poğaçaları yemekten kızın midesi devamlı bulanırdı. Ispanak, pırasa, hatta bamya istiyordu canı! Kabak yemeği belki, biber dolması!
“Büyümüş de küçülmüş.” diyorlardı. “Bak ne de olgun.” Sonra, “Annesiyle ne güzel ilgileniyor.” belki, “Nasıl da becerikli çocuk.” Evi temizliyor, arada bulaşık yıkıyordu. Yemek işlerini babasına bırakıyor, genellikle dışarıdan sipariş etmesini rica ediyordu. Her gün yeni bir tarifle deneyler yapmaktan keyif alan babasının önüne sunduğu tabakları pek de iştah açıcı bulmuyordu.
Kız bazen, annesinin fesleğen olmasını beklemekten bitkin düşerdi. Kimseye itiraf etmese de içinden, “Bir an önce olsa da saksıya eksek.” diye düşünürdü. Fakat sonra hemen ağlamaya başlar, “Onunla konuşmadan nasıl yaşarım?” diye feryat ederdi. Kiminle dizi-film izler, kâbus görünce kimin yanına sokulur, kiminle şarkılar mırıldanır, kimin sözlerinde kendine teselli bulurdu?
Aradan birkaç sene daha geçti. Annesinin sağ eli yapraklara teslim olmuş, gözlerinin rengi yeşile dönmüştü. Eteğinin altında bacakları kâğıt kadar ince duruyor, dudaklarından yalnız bir kelime dökülüyordu: “Su.”
Annesini yitirmiş gibi hissediyordu kız. Bazen öfkeleniyordu. Yeterli beslenemediği için, kimseyle dertleşemediği için, saçlarını kendi taradığı için, ödevlerini bir başına yaptığı için öfkeliydi.
“Su.” diye rica ediyordu annesi. Kız annesinin başını sol eliyle destekliyor ve sağ elindeki bardağı cılız dudaklarının arasına yerleştiriyordu. Yudum yudum, yavaş yavaş içiriyordu suyu. Kulaklarının yerinde de o yapraklardan çıktığından, kız artık annesiyle konuşmuyor, ona gününü anlatmıyordu.
Annesi tam anlamıyla, tepeden tırnağa fesleğen olduğunda aylardan Ağustos’tu. Babasıyla bahçeye çıkmış, avucuna aldığı annesini çiçek motifleriyle bezenmiş bir saksıya ekmişti. Can suyunu verdikten sonra bir süre öylece çimde oturmuş, düşünmüştü. Pişmanlık içini ezmiyordu, yalnızca gıdıklıyordu. “Şöyle de yapabilirdin.” diyordu fısıldayarak. “Şu gün sinirlenmesen de olurdu. Ama çok yorgundun. Çok bitkindin, değil mi?”
Annesinin toprağını sularken bazen parmaklarını yapraklarında gezdirdiği olurdu. İşte o zamanlar ellerine yine o mis koku yayılırdı. Annesi fesleğen olan çocuğu, saçı örgülü kızlar hep kıskanırdı.