Hiçbir şey yapmadığım akşamlar
Fatma İnci
Perdemi tam çekememişim, pencerenin köşesinden içerisi görünüyor. El alemin işi yok, elbet izliyor. Masamda sıralanmış kola kutuları Freddie Mercury’nin Live Aid’de çaldığı piyanoyu hatırlatıyor. Elvis Presley’nin 1969’da International Hotel’de 11 gün üst üste yaptığı performansları dinleyip not alıyorum. “Bu akşam da Yesterday söylerken ‘man’ kelimesinin yerine ‘stud’ kelimesini getirip güldü.” Kafamı sağa eğip o an hangi kitabın yakınımda olmasını istediğimi düşünüyorum. Stephen King’in Medyum’unu raftan çıkarıp okşuyorum. Gerçekten hiç ilgimi çeken bir eser değil fakat sahaftan bulduğum 1980 basımı bu kitabın kapağı hoşuma gidiyor. Kapağın ortasındaki adam bana mercekten bakan gergin bir astronotu hatırlatıyor. Sararmış sayfalarında insana güven veren bir koku var. Öyle buzluğa konulup terk edilecek bir kitapmış gibi gelmiyor doğrusu. “Sonunu okumadığımdan herhalde.” diyorum.
Bu sefer elim Richard Brautigan’ın şiir kitabına gidiyor. Tanrım, O Kadar Güzelsin ki Yağmur Başladı. Oysa ilk gördüğümde ismini Tanrım O Kadar Güzelsin ki Yağmur Başladı sanmıştım. Virgülün önemini buradan anlıyoruz. Güzel olan şey Tanrı mı yoksa çapkın bir erkeğin iştahını kabartan alımlı bir kadın mı, böyle öğreniyoruz. Yine de hayal kırıklığına uğradığımı söyleyemem. Bu ince ruhlu kaba saba adamın sıcacık üslubuna temas edince hırkamı çıkarıp delik deşik Beatles tişörtümle kalıyorum. Ben hep böyle kapının koluna takılıp üstümde ne varsa fark etmeden yırtıyorum.
Şu yazdıklarıma bakınca kendimi hak ettiğinden fazla diyalogda yer almış bir Haruki Murakami romanı karakteri gibi hissediyorum. Baş karakterin içten içe yargıladığı kızlardan sadece bir tanesi. “Her gün farklı bir şey giyiniyor, hayatta bu kadar umut besleyecek ne var?”
“Odasında oturup kitapların kapaklarını inceliyor. Onları elleyip durmak yerine okusa ya!”
Ablamın Busan’dan gönderdiği sevimli not defterini elime alıyorum. Nedense fikirlerimi yazacak kadar güvenimi kazanması uzun sürmedi. Şimdi sayfaları bitmek üzere ve benim ondan başka dostum yok. Bir bakalım neler yazmışım:
Mavi Gözlüklü Köpek
Evin en küçük kızını kim öldürdü
Kasım hakkında konuşmayalım
Sahafa mahcup olduğu için kitap alıyor
Tadından yenmez fiyasko
Wabi sabi, kintsugi ve ubi sunt
Ne diyebilirim ki, Sylvia Plath yazsa beğenirdiniz. Cahit Zarifoğlu yazsa sadece bazılarınız beğenirdi. Kendini öldürmek ile sadece ölüvermek arasında epey fark var.
Neden masamda Vietnam bağımsızlık hareketi liderinin (ve eski cumhurbaşkanının) hapishane günlüğü olduğunu sorguluyorum. Arka kapakta Ho Chi Minh’in Vietnam-Çin sınırını geçerken tutuklandığı yazıyor. 1942 yılında. Ben, -60 yaşındayım. Freddie Mercury’nin doğmasına da var. Yok artık, şu an dinlediğim ABBA grubu daha o zamanlar yokmuş. Şimdi sona ermiş pek çok şey o zamanlar henüz doğmamış.
Rastgele bir sayfa açayım da akşamım süslensin:
Uykusuz Geceler
Bitmek bilmeyen uykusuz gecelerde,
Yüzden fazla şiir yazdım hapishanedeki yaşam üzerine.
Her dörtlüğün sonunda kalemimi bırakıyor
Ve demir parmaklıklar arasından öylece bakıyorum özgür
gökyüzüne.
Avuçlarımda 1942 yılında bir mahkûmun dokunduğu demirin soğukluğu var. Yavaş yavaş tüm vücuduma yayılan bu his geçinceye kadar yazmayacaktım fakat bunu bir şımarıklık kabul ettim. Benim penceremin parmaklıkları da bir o kadar soğuk, gökyüzüm de onun gökyüzü kadar özgür. Yalnız ben ışığı ne zaman istersem yakabiliyorum. Sabah erken uyanmazsam da kimse rüyamı bölmeye kalkmaz. İyi yaşıyorum. Kulaklarımda çınlayan Amy Winehouse’tan daha iyi.
Henüz geçen gün düzenlediğim kitaplığım gözlerimin aşina olduğu dağınıklığına döndü. Tüm bu kitaplar aralarında ne konuşuyor merak ediyorum. Dedikodum yapılıyor mu acaba? Çarpıp da kırdığım ve sonrasında mecburen çöpe attığım yahut bir kutuda sakladığım bibloların yokluğunun ardından cenaze benzeri bir şey düzenliyorlar mı? Uzun boyunlu gri kediyi özlüyorlar mı? Ablamın kilden elleriyle yaptığı Joseon Kraliçesi eşinin ardından yas tutuyor mu? Çıngıraklı sarı Çin kedisini benden başka hatırlayan var mı? Mumlar bir an önce yanıp, eriyip, kaybolmak istiyor mu?
Eğer tüm bu kitaplar da perdemin ulaşamadığı o ufacık boşluktan hasretle gökyüzüne bakıp aralarında şiir geceleri düzenliyor ve Brautigan beni 1942’de bir hapishanede mahkûmların gözünü korkutan Çinli bir gardiyandan daha değerli görmüyorsa kalbim kırılacak ve yeni bir kola açacağım. Bu sefer kutusunu masamın üstünde bırakmak yerine gidip çöpe atacağım.
Bu akşam da kendimle oturdum ve sohbet etmekten ileri gidemedim.