İyi kitaplar beni yoruyor

Fatma İnci


Tam uyuyakalmıştım ki ablamın telefonunu yere düşürmesiyle beni sarıp sarmalayan geceye taviz vermekten kendimi alıkoyamadım. Şimdi yine ertesi sabah unutacağım düşüncelere dalmam ve ilginç kararlar vermem gerekiyor. Saat 2’yi gösterirken iç çekip kalkıyorum. Gürültü çıkarmadan eski DVD’lere göz gezdiriyorum. Önceki gece David Bowie’yi görme umuduyla The Prestige izlemiş, Tesla’yla karşılaşınca ürpermiştim. Şimdi biraz daha sakin, bana hayatı sevdirecek bir filme ihtiyacım var. Obsesif kompulsif bozukluğu olan karakterlerle bezenmiş Fransız sinemasına şans verebilirim. Fakat Phil Dunphy’nin de dediği gibi: “Neden bir Fransız filmi izlemek zorundayım ki? Yanlış hiçbir şey yapmadım!”

 

Yine kitaplığımın karşısına geçmiş, sayfalarını kabartarak böbürlenen edebi ruhları seyrediyorum. “Şu sineklerden söz açıp duran adam kimdi?” Agust… August… Augusto? Augusto Monterroso! “Yanıma alayım… Okuyacağımdan değil ama yakınımda dursun.” Devridaim’i kollarımın arasına aldıktan sonra biraz daha oyalanıyorum. “Biri vardı.” diyorum. “Sahaftan öylesine almıştım, ayıp olmasın diye. Kimdi o? Fernando Pessoa hakkında yazmıştı. Bir bakalım.” Rafları tarıyorum, tanıdık bir isim arıyorum. “Hah! Antonio Tabucchi! Fernando Pessoa’nın Son Üç Günü!” 

 

Eylül 1994’te basılan kitabın arka kapağında şöyle yazıyor: “Kasım 1935. Büyük Portekizli şair Pessoa, Lizbon’da Sao Luis dos Franceses hastanesinde ölüm döşeğinde. Takma adları birer birer ziyaretine geliyor.”

 

Nedir bu ‘takma adlar’ diye araştırıyorum hemen. Karşıma Pessoa’nın heteronimleri çıkıyor. İçinde yaşayan fakat psikolojik bir rahatsızlık olarak tanımlanmaktan ziyade edebi kişiliğin parçalanmış yansıması şeklinde görülen karakterler. (Bu heteronim meselesi üzerine oldukça fazla kafa yordum ve izninizle bir başka yazımda düşüncelerimi ayrıntılı bir biçimde sizinle paylaşma cüretini göstereceğim)

 

Coelho Paheco, Alvaro de Campos, Alberto Caeiro, Ricardo Reis, Bernardo Soares ve Antonio Mora hasta yatağında ölümü bekleyen Pessoa’ya günah çıkarıyorlar. Samimi sohbetlerindeki ufak tefek detaylar gözüme takılıyor ve kendimi yine o dipsiz kuyuda buluyorum, araştırıyorum.

 

Paheco’nun ‘negotik stilde, karanlık ve tuhaf’ bir biçimde yazdığı o tek, eşsiz şiirinin çevirisini arıyorum fakat bulamıyorum. Aradığım şeyi bulamadığımda evi dip köşe temizledikten sonra oturduğum yerde bir toz tanesine rastlamış gibi hissediyorum. O nokta kadar kirli kaç köşe, kaç çıkıntı, kaç sandalye ayağı, kaç elbise askısı vardır merak ediyorum. Yine araştırıyor, yine hüsrana uğruyorum. 

 

Neredeyse her bir heteronimin hayatında kritik bir rol oynayan Lizbon’a bakıyorum şimdi de. Yakında inşallah yolum Saraybosna’ya düşeceğinden oradan Pessoa’nın prensiplerle doldurduğu şehrine gitsem nasıl olur diye düşünüyorum. Uçak fiyatlarına bakıyorum, doğru günleri ayarlamaya çalışıyorum, sonra ne param, ne işim ne de Portekiz’i görmeye dair bir hevesim olduğu aklıma geliyor. Yatışıyorum. Zaman kaybettiğim için kendime kızıyorum. 

 

Şimdi Soares Semerkant hayalinden söz ediyor ve ölüm döşeğindeki Pessoa dikkatle dinliyor onu. Acaba Pessoa Özbekçe biliyor muydu diye düşünüyorum. Sonra Özbekistan’a gidilecek en uygun mevsimleri araştırıyorum. Taşkent’te yaşayan dostum Sümeyye’ye uğrasam, 1-2 gece onda kalsam nasıl olur diye düşünürken yanıma alıp varlığını kısa sürede unuttuğum Devridaim’i biraz kurcalıyorum. Sonra, şimdi iki alakasız kitabı okumanın sırası değil diyerek (biraz da sineklerden iğrenerek) kenara koyuyorum. O sırada önümden hantal bir örümcek geçiyor (edebi bir yansıma değil, bildiğiniz gerçek örümcek) ve kendimi iyice bunalmış hissettiğimden tırnak uçlarımdan çıkan bir heteronimin solumdaki pencereye uzanan perdeleri söktüğünü görüyorum. Çabucak bir kâğıt parçası yardımıyla bahçeye üflediğim örümceğin yasından kurtuluyor, kitabıma dönüyorum. 

 

Hem ölü, hem hayali hem de yaşayan bir karakter olan Caeiro kapıyı tıklattığında Pessoa onu içeri buyur ediyor. Yine 3-4 sayfaya mütevazı bir günah iliştiriliyor. 

“Ben senin babandım, doğrusu.”

“Biliyordum, doğrusu.”

“Doğrusu, ben hiçbir şeyim.”

“Doğrusu, bu doğru değil.”

 

Hemen Google’a rüşvetini uzatıp (bir gofret iki tofita) bana Pessoa ile babasının ilişkisinden bahsetmesini rica ediyorum. Google tofitayı ağzında yuvarlayıp yanaklarına bastırırken sırıtıyor: “Anlatacak bir şey yok. Babası Pessoa henüz 5 yaşındayken verem hastalığından ölmüş. Bu bilgiyi kitabın en arka sayfasındaki bölümü okusaydın görürdün zaten.”

 

Sabredemiyorum, fikirler saç tellerimden hızlı uzuyor. Çıkıyor, bir lüle olarak gözlerimin önüne düşüyor, çabucak beyazlıyor ve dökülüyorlar. Uzanacağım bir kalemim yok, kapının dışında örümcek bekliyor, ablam babamın alarmının sesine kızıp beni yoklamaya geliyor. Elimde okumadığım üç kitap var. Beni baştan aşağı süzüp geri uyumaya dönüyor.

 

Campos şöyle diyor: “Yaşamı da sevdim, fütürist ve öfkeli odlarımda mizah kullandıysam, nihilist şiirlerimde kendim dahil her şeyi yıktıysam da, benim de yaşamımda bilinçli bir acıyla aşık olduğumu bil.”

 

Campos’a şöyle deniyor: “Kentsoylu ve kentsoylu karşıtı, kültürlü ve kışkırtıcı, sinirli, nevrotik ve bunalımlı.”

 

Benim Campos’a sempati duymam Z kuşağının Vogue akımına tutsaklığından mı kaynaklanıyor? 1935 senesinde günahlarını insan olduğu için bağışlayan Pessoa’yla vedalaştıktan sonra ölüp giden bu heteronimi seversem ben de herkes gibi mi olurum?

 

Heteronim kelimesini doğru kullandığımdan emin bile değilim. Hemen Google’a iki rüşvet vereyim.

 

Heteronym (literature)

Plural: Heteronyms

Pessoa’s Heteronyms

 

Tamam öyleyse.

Pessoa’nın biyografisine sabah kahvaltısı niyetine çatalımı batırırken kendisinin üniversiteye yazılıp derslerine katılmadığını öğreniyorum. İşte şimdi ne edebiyat ne de Z kuşağı aklımda yer edinemez. Kendi tercihlerim ve endişelerim beni yeterince meşgul ediyor.

 

Diplomasız hayatımın sonunda Pessoa gibi hayaletler saatinde, 3 günlük tatlı sohbet silsilesinin ardından, geride bıraktığım şiirlerimin verdiği özgüvenle öbür dünyaya emin bir adım atabilirim. Ya da sadece bir heteronim olarak ölüp gidebilirim de. Ölüp gitme kabiliyetimi yitirebilirim.

 

Ne Lizbon, ne Semerkant, ne Saraybosna. Ne Ankara, ne de Ankara. Şimdilik sadece geceyle vedalaşıyor, Devridaim’i mahzun bir biçimde okşuyor ve Pessoa’yı hasta yatağında ziyarete gidiyorum. Tıpkı Coelho Paheco, Alvaro de Campos, Alberto Caeiro, Ricardo Reis, Bernardo Soares ve Antonio Mora gibi.